Hayatın İçinden Birkaç Parça :)

 Uzun ve yorucu bir iş temposunun ardından, nihayet bilgisayarımın başına geçip sana yazabiliyorum. Nereden başlamalıyım diye düşündüm, galiba önce beni en mutlu eden anlardan başlamak en güzeli olacak.

Kardeşimle küçük bir kaçamak yaparak kendimizi İzmir yollarında bulduk. On saat süren uzun bir otobüs yolculuğunun ardından, nihayet nefes aldığım şehre ayak basabildim. “Nefes aldım” derken, bunu elbette manevi anlamda söylüyorum; çünkü İzmir’in sıcağı ve nemi yüzünden fiziksel anlamda nefes almak pek de kolay değildi
. 😊

İlk gün kardeşimle konaklayacağımız yeri bulduktan sonra rotamızı Şirince’ye çevirdik. Şaraplarıyla ünlü bu yerde, farklı tatları denedik. Ankara’da sokakta patates-soğan satılır gibi şarap satıldığını görmeye alışık olmadığımız için bana oldukça ilginç gelmişti. Üstelik fiyatlar da düşündüğümden çok daha uygundu. Gittiğimiz her dükkânda ise mutlaka büyük bir Atatürk posteri veya sözü vardı. O kadar hoşuma gitti ki içimden “Keşke Ankara’da da aynı şekilde olsa” dedim.

Biraz gezindikten sonra dinlenmek için bir banka oturdum. Yan bankta oturan yaşlı bir amca, yanındaki teyze ile sohbet ediyordu. İstemeden kulak misafiri oldum. Amca, Atatürk’ün ne kadar büyük bir lider olduğundan bahsediyor, Şirince’de geçmişte Yunan işgali sırasında yaşananları anlatıyordu. Dedesi, o dönemde asılan Türkler arasında yer almış. Daha sonra köyden Atatürk’e telgraf gönderilmiş. Atatürk ise, “Bir tek Türk’ün dahi asıldığının haberini alırsam, buradaki tüm esirlerin infazını gerçekleştiririm” sözlerine benzer sert bir uyarı göndermiş. Bunun ardından köyde Türklere yapılan zulümler azalmış. Amca bu anıyı anlatırken sesindeki gurur, gözlerindeki minnet bana da geçti. Zaten sonsuz olan Atatürk sevgim bir kez daha büyüdü. İçimden “Atam, sen ne büyük bir adamsın… Bu millet sana borcunu asla ödeyemeyecek” dedim.

Akşam olduğunda Selçuk merkeze indik, güzel bir mekânda yemek yedik. Sonra etrafa bakarken düşündüm: Burası çok eski, bazı yerler harabe gibi ama hâlâ kullanılıyor. İnsanlar gayet rahat, kimse kimseye karışmıyor. Köşedeki bankta biri birasını içiyor, kimse dönüp bakmıyor. Ankara’da olsa belki hemen şikâyet edilirdi. 😊 Tek beğenmediğim nokta ise sokakların darlığı ve motosikletlerin fazlalığıydı. Kuralsız bir trafik vardı, adeta Hindistan sokaklarındaymış gibi hissettim. Her an önüme bir motor çıkacak ve bana çarpacak gibi…


Ertesi gün kiliseyi, Efes Antik Kenti’ni ve müzeyi gezdik. Mitoloji ve felsefe kokan bu topraklardan ayrılırken içimde tatlı bir burukluk vardı. İzmir’in beni neden bu kadar çektiğini daha iyi anladım. Bir gün orada yaşamak nasip olur mu bilmem ama bir parçamı İzmir’de bıraktım.


İş Hayatımdan Bir Parça

Tatil dönüşü biraz buruk oldu. Ertesi gün işime geri döndüm. Kurumda beni en çok mutlu eden şeylerden biri ise küçük bir kız çocuğu oldu: Nadia.


Nadia ile tanışmam çok tatlı bir tesadüf aslında. Bizim kurumda velilerin üst katlara çıkması yasaktı; öğrencileri sadece eğitmenler ya da personel sınıflarına çıkarabiliyordu. Nadia kuruma ilk geldiğinde onu sınıfına ben çıkardım. Yol boyunca onunla sohbet etmeye çalıştım. “Adın ne?” soruma hemen cevap verdi ama yaşını sorduğumda cevap veremedi; çünkü Türkçe bilmiyordu. İşte o günden sonra her gelişinde odama uğrayıp bana sarılır, gülümser ve çak beşlik yapmadan sınıfa geçmez oldu. Ben de onu görünce mutfağa koşup şeker ya da çikolata bulup verirdim. Nadia gerçekten kalbimi fethetti.

Son günümde vedalaşırken biraz duygulandım. İçimden, “Cansu kendine gel, sen öğretmensin. Yarın bir gün çok öğrencin olacak, hepsine böyle üzülürsen işin zor” dedim ve gülümsedim. 😊

Kurumda aslında birçok kişiye alışmıştım: Ahmet Bey, Özlem abla, Neriman abla, Hamide abla, Gamze, Kerem, Levent abi… Hepsinin huyunu öğrenmiş, herkesle samimi bir bağ kurmuştum. Kerem'in doğum günümü öğrendiğinde kek bulamayıp domatese mumlar dikip gelmesi bile güzeldi haha :).
Son günümde Müdür Bey beni odasına çağırdı. Meğer benim için pasta almışlar. “Emeklerin için çok teşekkür ederiz” dediler. Bir pasta belki küçük bir şeydi ama düşünülmüş olması beni çok mutlu etti. “Ben teşekkür ederim, sizin gibi insanlarla tanışma fırsatım olduğu için” dedim. O gün herkes “Yine gel, arayı açma, özletme” dedi. Hâlâ sık sık yazıyorlar, “Gel kahvemizi iç” diye çağırıyorlar ama bir türlü gidemedim.

Bu süreçte en samimi olduğum kişi ise Deniz oldu. Onun içtenliği, doğallığı ve beni saatlerce güldürebilmesi kurumda en çok değer verdiğim şeylerden biriydi. Ayağını kırdığı için işten ayrılmak zorunda kaldığında çok üzülmüştüm ama şükür ki hâlâ hayatımda. Ona “küçük sincabım” diyorum, çünkü gerçekten öyle saf ve doğal bir karakteri var.


Hastalıklar, Sınavlar ve Umutlar

Geçtiğimiz günlerde Neriman ablaya “Pazar günü geleceğim” diye söz verdim ama ne yazık ki hastalandım. Yaz ortasında grip, boğaz ağrısı, öksürük ve ateşle acillik oldum. Gece nefes alamıyormuşum gibi oluyor, uyuyamıyorum. Denizo ile telefonda konuşurken gülmeye çalışıyoruz ama her defasında öksürük krizine giriyoruz. İşte “ağlanacak haline gülmek” tam da böyle bir şey.

Bu süreçte bir de sınav sonucum açıklandı. Sonucum  kötü değildi  beklediğimden daha güzel ama sıralamadaki yoğunluktan dolayı atama beklemiyorum. Yine de moralim bozuk değil. Aksine, içimde garip bir huzur var. Sanki “Olacağına inanıyorum” diyen bir ses var içimde. Belki de bu yüzden yıkılmadım. Çünkü yıkılmaya hakkım olmadığını biliyorum. Bu sefer süreci evde değil, dershanede sürdürmeyi düşünüyorum. Hiç beklemediğim şekilde herkesten büyük bir destek gördüm. Umutlarım öğrencilerim için, belki seneye…


Son Söz

Hayat, tatlı ve buruk anılarıyla birlikte akıp gidiyor. İzmir’de bıraktığım bir parça, Nadia’nın gülüşü, Deniz’in dostluğu ve kurumda tanıdığım güzel insanlar… Hepsi bir şekilde kalbimde yer edindi. Belki de mutluluk, tam olarak bu küçük parçaları biriktirmekten ibaret.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Pazar Sabahı Hayallerin Peşinde

Kahveyle başlayan, umutla biten :)

Geçmişe özlem, geleceğe hasret…